İlkokulda başarılı bir öğrenci olmasına rağmen Kemal Devlet Yatılı sınavlarını kazanamıyor:
***
«Bir sabah kahvaltı sırasında anamla babamın kafalarını „acayip“ bir şekilde karıştırdım. Hiç beklemedikleri bir öneri getirdim:
Dedim ki „Beni kentteki ortaokula gönderin!“»
«Ama bu, ananla babanın kararına aykırı değil miydi?»
«Evet, öyleydi. Ama ben önerimi gerçekleştirdim. Okula gitsem bile sınavları kazanacağım kesin değildi bir kere. Bu benim açımdan bir yıl daha kaybetmek demek olacaktı.»
«Ne yaptılar peki?»
«Önce olumlu-olumsuz herhangi bir tepki gösteremediler. Bana bir yanıt veremeden öyle susup-kaldılar.
Bu onlar için çok zor bir soru olmuştu. Gece-gündüz bu konuda kafa yormaya başladılar. Benimle bir şey konuşmuyorlardı, ama sürekli olarak, hangi yolu seçeceklerinin hesabını yaptıklarını sezinliyordum. Garantili olan yolu mu, parasal açıdan altından kalkamayacakları yolu mu? Zamanla bunun onlar açısından salt bir para sorunu değil bir cesaret sorunu olduğunu anladım. Köyün tarihinde, köyden birinin kentteki ortaokula gittiği görülmüş değildi. Alışkın olmadıkları bir şeylerden korkuyorlardı. Bizimkilerin vereceği kararda önemli bir etkisi olacak olan köyün insanları için bu, bildikleri bir konu değildi.
Anamla babam gene de beni kentteki okula göndermenin nasıl olacağını düşünmekten geri kalmadılar. Ya bir köy çocuğu olarak kentteki okulun üstesinden gelemez de sınıfta kalırsam? Okulda başarılı olamaz da diploma alamadan okulu bırakmak zorunda kalırsam? Ne olacaktı o zaman?
Bir sabah gene topluca kahvaltı ederken annem babama sordu:
„Veli Ağabeyime bir danışsak mı acaba?“
Bu cümleyi duyunca tüylerim diken diken oldu. Dileğim olacakmışçasına bir duygu kıvılcımı çaktı içimde. Hiç kimseye söz etmeden deliler gibi sevinmeye başladım. Geceleri yatağımda büyük bir umut ve iyimserlik içinde yıldızları seyrediyordum. Her durumdan bir olumluluk çıkarıyordum. Tüm gelişmeleri, umutlarımın gerçek olacağı yönünde yorumluyordum. Halbuki daha herşey bir belirsizlik içindeydi.
Ertesi gün üçümüz Demiryurt'a doğru yola koyulduk. Veli Dayı'mın evine vardık. Kendisi yoktu, karısı vardı.
„Bu sabah Karahalil'e gitti. Ama şimdiye çoktan gelmiş olması gerekiyordu. Gelin, oturun!“ dedi Hamide Yenge bizi içtenlikle selamladıktan sonra. Bizi misafir odasına aldı ve mutfağa döndü. On dakika önce ocağa koyduğu akşam çorbasının taşmaması için bakması gerekiyordu.
Veli Dayım akıllı bir adamdı. Eskiden boş zamanlarında hayvan ticareti yapardı. Köylerden inek, manda ya da at alır, kente götürür ve hayvan pazarında satardı. Bu şekilde her zaman ek gelir sağlardı. O günde alış-veriş için Karahalil'e gitmişti.
Üçümüz misafir odasında oturuyorduk. Bu, anne tarafından büyük dedemin, Mehmet Ağa'nın odasıydı. Sürekli olarak bir bastonla dolaşan bu yaşlı ve kör adam bu odada yaşamıştı. Onu şu anda önümde görüyor gibiyim. Tıpkı, çocukluğumda annemle birlikte ninemi ziyarete gittiğimde gördüğüm gibi.
Akşamın bu erken saatlerinde anamla babam kendi aralarında fısıl fısıl bir şeyler konuşuyorlardı. Ben duvardaki gömme dolabı, basit şekillerle dolaba yapılmış kırmızı, yeşil ve sarı renkli çiçekleri seyrediyordum. Rafta eski vazolar, küçük testiler, birkaç bakır tabak duruyordu. Merdiven tarafındaki duvarda, bir tahtanın pervaz olarak konulduğu bir delik vardı. Bu pervazın üstünde, estetik biçime her zaman hayran olduğum bir gaz lambası konulmuştu. O da büyük dedemin zamanından kalmaydı. Büyük dedem yıllarca köyün muhtarlığını yapmış ve buna bağlı olarak tüm çevrede tanınan bir kişi olmuştu. Mehmet Ağa.
Hamide Yenge elinde bir şişe gazyağıyla odaya girdi ve lambayı yakmak istedi. Çok konuşkan bir kadındı. Ayakta bir sürü şey anlattı. Bu arada avluda bağrışan hayvanların sesini duydum.
„Allah! İnekler geldi. Onları ahıra koymam gerekiyor. Kamil, kardeş, lambayı sen yakabilir misin?“ diye babama sordu. Babam işi üstlenince de aşağıya gitti.
Annem kalktı, lambayı aldı, camını çıkardıktan sonra babama getirdi.
„Çok kirlenmiş!“ dedi. Bir bez bulmak için mutfağa gitti. Ben lambanın camını nefesimle nemlendirirken babam da gaz bölmesine gaz koydu... Anam elinde bir bezle geri geldi...
Sessiz odanın loş aydınlığında dost bir ses duyduk:
„Ooo! Kimler gelmiş! Kimler gelmiş! Kamile, bacım!“
Daha merdivende sesinden hemen tanıdım onu. Koridor biraz karanlıktı ama candan sesli bu iyi adamı görebiliyorduk. Veli Dayı idi...
Koridorda ayakkabılarını çıkardı. O odaya girmeden hepimiz ayağa kalktık. Önce anam dayımın elini öptü sonra kucaklaştılar. Daha sonra iki erkek tokalaştılar. En sonra da ben de dayımın elini öptüm...
Birlikte akşam yemeğini yedikten sonra çay içerken anam başladı söze:
„Neden geldik, biliyor musun, Ağa?“ Bizim köylerde o zamanlar, „ağabey“ yerine „aga“ veyahutta „ağa“ derlerdi.
Dayım her zaman şakalar yapardı.
„Ee, tabii, bacım! Evde çayınız bitti, bizde bedava çay içmeye geldiniz!“
Hepimiz güldük ama aslında bu tür şakaları kaldıracak durumda değildik. Babam buna yumuşak tonda ve dikkatli bir ifadeyle karşılık verdi:
„Şakayı bırakalım, Ağa. Sana önemli bir şey danışmaya geldik...“
Veli Dayı birazcık bile ciddileşmedi:
„Kötü bir şey mi oldu yoksa, bacım! Anlat!“
„Yok, yok. kötü bir şey değil!“
Anam kararsız görünüyordu. Önce ne yapacağına karar veremedi. Bir babama baktı, bir dayıma. Hepimiz kulak kesilmiştik. Tüm cesaretini topladı anam ve derdimizi dile getirmeyi denedi:
„Ağa, biliyorsun, Kemal sınavı kazanamadı. Öğretmeni gerçi her zaman söylerdi onun, en iyi öğrencisi olduğunu. Ama..!“
Veli Dayı onun sözünü kesti ve dedi ki:
„Bacım, buna hiç şaşırmadım. Ben böyle olacağını önceden biliyordum. Bu zamanda her şey tanıdıkla oluyor. Parayla oluyor. Bizim çocuklar zenginlerin çocuklarının yanında nasıl tutunabilecekler? Ben yeğenimin çok akıllı olduğunu biliyorum. Ama bu tür yerlerde akıl yetmiyor. Çok yazık, çok! Ama ne gelir elden?“
Bu sırada anamla babamın çok sarsıldıklarını farkettim. Babam tek bir söz söylemiyordu. Yalnızca dinliyordu. Ben de konuşmuyordum... Bir süre suskunluktan sonra anam oldu yine konuşan:
„Ama, Ağa! Kemal ortaokula gitmek istiyor!“
Bu sefer sözü dayım aldı:
„Maşallah, maşallah! Yeğenim! Çok cesur, çook! Peki okul ne zaman başlıyor?“
„Üç hafta sonra!“ diye ben cevap verdim.
„Çok güzel, çok güzel, yeğenim! -Bacı, enişte, oğlana bir şans verin! Pişman olmazsınız kesinlikle“
Babam girdi devreye:
„Ağabey, biz de istiyoruz da. Ancak maddi bakımdan altından kalkamayız diye korkuyoruz. Durumumuzu biliyorsun.“
Anam can alıcı soruyu sordu:
„Ağa, başka bir çözüm buluncaya kadar, Kemal acaba sizde kalamaz mı?“
Veli Dayım, şöyle bir anama, bir bana baktı ve gülümsedi. Sonra neşeyle konuştu:
„Ahh, bacım! Bu da nasıl soru! Elbette kalır biz de, hem de istediği kadar! Ev bizim değil, sizin!“
İçimde bir „sevinç bombası“ patladı. Birden kendimi boyun bağıyla birlikte koyu renk bir elbisenin içinde ve güzel bir öğrenci kasketinin altında gördüm. İlk kez kente at arabasıyla gittiğimde gördüğüm ve büyük bir hayranlıkla baktığım kibar çocuğun hayali canlandı gözlerimin önünde...
Sohbet sırasında söylenen tüm sözleri „yutuyordum“! Konuşmanın bitmesini istemiyordum hiç. Çayın tadı da hiç olmadığı kadar güzel geliyordu.»
***